thirdwave

Github Mirror

Milli Söylem, Göçmenler, Anadolu

J. Tolay

Ulusların kurgusal / hayali oluşlarını anlamak için önemli bir öğe tarihi ulusal söylemdir, ve kurucuların tarih hafızasını kontrol etmek istemeleridir, ki bu sayede belli bir şekildeki ulus-devlet fikrini yaratmak ve korumak isterler. Tarihin tabii ki devlet oluşumunda merkezi bir rolü vardır, sadece o tarihte önceden olanların belgelendiği için değil, o tarihin ülkenin kimliğini tanımlamasındaki ana rolü yüzünden. Ulus-devlet ve milliyetçilik hakkında yapılan araştırmalar gösteriyor ki tarihteki belli olayları belli bir grubu yüceltecek şekilde sunmak, hatta yoktan yaratmak şimdiye kadar görülen ulusların oluşmasında temel oluşturuyor (Anderson, 1991; Gellner, 1983). Tarihsel olaylar ve şahsiyetler sembol ve 'kim olduğumuz' hakkında referans haline geliyorlar. Muhakkak tarih araştırmalarında [diğer bilim dallarında olduğu gibi] kısmi subjektif bakış açıları olabiliyor fakat bu sübjektiflik milli tarih denen oluşlarda çok daha belirgin hale geliyor. Gellner'in sözleriyle "[milliyetciligin] koruduğu, kolladığı, tekrar ayaklandırmak istediğini iddia ettiği kültürler aslında tamamen kendi uydurmasıdır, ve o kültürel öğelerin tanımları, içeriği değiştirile değiştirile artık tanınmaz hale gelmiştir". (Gellner, 1983, sf. 56).

Milli tarih bazı olayları örtbas etmek, diğerlerini daha fazla vurgulama sürecidir, ki bu süreç tarihi bir tür sosyal kurgu haline getirir, gerçi bu kurgunun sınırları akademik olarak bilinen tarih etrafında dönmelidir fakat çoğu zaman bu böyle olmaz (Berger, Donovan, & Passmore, 2002). Milli söylem bu sebeple tarihi gerçeklerden çok gündelik siyasi ihtiyaçları yansıtır, o zaman 'bir ulusun tarihini yazmak moderniteye yakıt sağlayan o ilkel karmaşayı seslendirmektir' (Bhabha, 1990, sf. 294).

Türkiye tarih yazıcılığı bu tür bazı öğeleri dışarıda bırakıp, bazılarını dahil eden 'Türk' kimliği yaratmanın ilginç bazı örneklerini sunuyor bize (Çagaptay, 2006). Ondokuzuncu yüzyıldan önce kendini Türk ulus-devleti diye gören bir şey yoktu. Geniş ölçekte bilinçli / kasti ya da dolaylı şekilde Türk kimliği yaratma süreci Osmanlı imparatorluğu sonlarında, imparatorluk içinde kendini milliyetçi, reformcu gören kişilerle beraber başladi (mesela 19'uncu yüzyıl sonunda Genç Osmanlılar, ve erken 20'inci yüzyılda Genç Türkler hareketleri). Bu hareketler 1923'te doğan Türk Cumhuriyeti'na varlık sebebi sağlamalarıyla zirveye vardılar; Mustafa Kemal'in "Türk ulus-devleti"'ne ev sahipliği yapan "Türk devleti" kurgusu onların düşüncelerini radikal, somut, ve kapsayıcı yeni bir seviyeye taşıdı (Karpat, 2001).

Kemal yönetimi geniş ölçekte ve hedefli bir tarih yazma projesini ele aldı. 1932'de ilk Türk Tarih Kongresi toplandı, burada Türk Tarihinin Ana Temaları sunuldu, ki temanın ana hattı 'Türk Tarih Tezi' denen bir kurguydu. Bu teze göre

Türkler büyük ve kadim bir ırktır [..] Orta Asya'da bir iç deniz etrafına aydınlık bir medeniyet yarattılar [..] İklim değişikliği sebebiyle bu iç deniz kuruyunca evlerini terkedip dünyanın her bir yanına dağıldılar ve böylece dünyanın o noktalarına medeniyet taşıdılar. Çin'e gittiler, Doğu'ya gittiler, Hindistan'a, oradan da güneye gittiler. Mısır'a, Mezopotamya'ya Fars'a, Anadolu'ya, Yunanistan'a, İtalya'ya, sonra Batı'ya ulaştılar (Çagaptay, 2006, sf. 51)

Cumhuriyet'in bu belirleyici, gelişimsel dönemi Osmanlı öncesine gitmeye mecbur olan ve Orta Asya'ya dayanan bir Türkiye tarih vizyonunu oluşturmakta başarılı oldu. Bu sebeple bugün Türkiye'de 'bizim tarihimiz'den bahsetmek Orta Asya'dan Anadolu'ya göçen Türklerin tarihinden' bahsetmek anlamına geliyor. Bu bahis Türkiye'nin coğrafyasının tarihinden farklı bir şey, çünkü coğrafyanın tarihine bakılsaydı 1000'lı yıllardaki ilk Türki kabileler gelmeden önceki tarihi işlemek gerekirdi, o Türki kabilelerin karıştığı toplumların geniş tarihini ele almak gerekirdi (mesela Yunanlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Kürtler, vs). Bu vizyon diğer yandan bazı spesifik göçlere vurgu yapıyor, diğerlerini önemsiz sayıyordu.

Ben 2008 ve 2013 arasında halk arasında Türkiye'ye olan bu göçler hakkına bilgiyi ölçmek için Türkiye'de yarı yapılı, resmi mülakatlar gerçekleştirdim. Mülakatlar sırasında açık bir şekilde belli oldu ki soru sorulanlar Türkiye tarihindeki birkaç göçten haberdarlar ama diğerleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlar, en azından diğer göçlerin 'tanımlayıcı bir göç hikayesi' olduğunu düşünmüyorlardı. Bu düşüncelerin ilköğretim müfradatıyla bağlantıları olduğunu gözlemledik. Mülakatlar sırasında cevap verenler göçlerin Türk tarihinde çok önemli rol oynadığına vurgu yaptılar. Spesifik olarak 3 türlü göç tecrübesi sürekli gündeme getirildi 1) Türk insanları zaten hep hareket halinde olmuştur, çünkü onların ilk baştaki yaşayış tarzı göçebeliktir (burada kabaca Türklerin Orta Asya geçmişine vurgu yapılıyor) 2) Türk insanları göçlere kucak açmıştır ve gelenlerin çeşitliliğini kabul etmiştir (kabaca Osmanlı zamanı kastediliyor burada) 3) Türk insanının kendisi sonradan da tekrar göçmeye başlamıştır (kabaca 20'inci yüzyıla referans)

Ankete cevap verenlere göre Türklerin tarihinin en tanımlayıcı kısmı göçmektir, ve göçme kültürüyle temelden bir ilişkide olmak, göçebe insanlar olmak, ve yüzlerce yıl sürekli göçme halinde olmaktır. Bu mealdeki ifadelerin bazılar şöyleydi:

Türklerin gidiş yönü her zaman Batı'ya doğru olmuştur. Orta Asya'dan geldik Vienna kapısına dayandık, şimdi de Batı Avrupa'ya ve yakında Brüksel'e gidiyoruz

Bin sene önce Orta Asya'dan geldik. Göçmenlerin coğrafyasından geliyoruz. Bizim kimliğimiz budur.

.. kültürel açıdan söylüyorum. Çünkü, Orta Asya'dan göçmüş olmak sebebiyle, yani, bildiğiniz gibi, göçmek bizler için çok normal bir şey

Ve daha önce söylediğimiz gibi, hakikaten bu "Türk Tarih Tezi" etkisiyle öğrencilere okulda Türklerin tarih öncesi, neolitik çağlardaki göçleri öğretiliyor ki bu insanlar dünyanın dört köşesine uygarlık taşımış gibi gösteriliyor.. [Bu] ilk Türk göçü imajı Türklerin bilincine kazınmış durumda, "bu tarih bilinci Asyalı geçmişinin, onun etkisini sürekli düşünüyor, ve bu, bir şekilde Anadolu'ya yerleşmiş olma isteğiyle içiçe "(benim Copeaux, 1997, p. 230 tercümem). Şu anda ilköğretimde kullanılan sosyal bilim ve tarih müfredatında Orta Asya'dan gelen Türk göçü 6, 9, ve tekrar 11'inci senede yoğun şekilde işlenmekte ki bu eğitimde odak göçebe hayat tarzı, Türki nüfusun kültürü ve Avrasya'daki takip ettikleri göç yolları anlatılıyor.

Yine biraz önce bahsettiğimiz gibi Türk ulus-devletinin fikri oluşturulurken tarih, bir özgünlük, ve Türk ulusunun parçalarına ortak paydalar hissi yaratmak için kullanıldı. Fakat o belli şekilde işlenen o tarih anlatısına alternatif diğer anlatılanların olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bu alternatifler hem yerli hem yabancı kaynaklarda mevcut, özellikle Türkiye'nin etnik azınlıkları arasında (Türkiye'nin Yunan, Ermeni, Kürt, Süryani vatandaşları arasında mesela). Bu insanların "Orta Asya başlangıcı" fikrine katıldığı söylenemez, fakat bir tek onlar değil, o 'azınlıkların' söylemi bile Anadolu'nun tarihi hakkındaki zengin bilgiyi tam kapsamıyor...

Anadolu'ya, ya da Türkler öncesi Küçük Asya olarak bilinen yere .. göç, ve oraya yerleşim hikayesi müthiş zengin ve geniş bir medeniyetler tarihidir. Bu tarihin hikayesi Ege, Akdeniz ve Karadeniz arasındaki o stratejik alanı kapsar doğusunda Mezopotamya'ya ve oradan ileride geniş Avrasya kıtasına bağlanır ... Zaten böyle olduğu için ilk Türk göçmenleri Anadolu'ya eriştiğinde orayı abartılı bir kültürel çeşitlilik halinde buldular. Hoerder'e göre

Yunan yönetimi zamanında Hellenleşmiş, Bizans imparatorları zamanında Hristiyanlaşmış Küçük Asya çok sayıda zorla göç / techir ya da isteyerek gelenlerin göçüne sahne olmuştur. Bu gelenlerin bir listesi şöyle olabilir; Arap ülkelerinden gelen Hristiyan göçmenler, Kıbrıslı Yunanlılar, Frenk, Rus, İngiliz, Norman, Alman, Bulgar, Saracen, ya da Arnavut ordularından çıkmış olanlar, Kürt, Gürcü, Suriyeli ve Ermeniler..

Büyük İskender'in fethi MO 380'e tarihine kadar yönetimde olan Farslar Anadolu'nun politik sisteminde kalıcı bir Fars etkisi yaratmıştır (satrap sistemi mesela) fakat buna rağmen bu yönetim Anadolu'nun Hellenik kültürünü temelden değiştirmemiştir. MO 334 tarihinde İskender Çanakkale boğazını geçip Anadolu'nun fethine başladı (Strassler, Romm, Mensch, & Cartledge, 2010, pp. 2–54). İskender sonrası onun imparatorluğu ardından pek çok Yunan / Hellen yönetimi (Pergamum, Lidya, Bitanıya, Galatia, Pontus, Kapadokya gibi) onu takip etti, bunların arasında Yunan Selevkos imparatorluğu Anadolu'nun çoğunda etkiliydi. Doğuda Ermeni krallığı kurulmuştu ve onlar da Hazar denizi, Akdeniz ve Karadeniz'e kadar gelmişlerdi (Mossé et al., 2005)...

Türkiye milli söyleminde niye spesifik bazı göç hikayelerinin dahil edildiği niye bazılarının dışarıda bırakıldığı sorusuna farklı cevaplar var. Bunlardan biri milli söylemlerin 'homojenlik' ihtiyacıdır; milliyetçilik tipik olarak tek bir kimlik ve tek bir ata etrafında kurulur. Çoğu Avrupalı ulus-devletlerin milli söylemleri tarihlerindeki göçleri bir çoğulculuk kaynağı olarak yoksaymaya meyillidir. Kıyasla Türkiye durumunda, tek, 'homojen' ata, bir göçebe etrafında kurgulanmıştır, Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen göçmen etrafında, ki bu insanlar yerel halk ile güya hiç karışmamıştır, ve bu sebeple Türk öncesi Anadolu'ya olan göçleri Türkiye'nin tarihinin parçası saymaya gerek yoktur. Türk insanları göç tecrübeleri ve sonradan gelen göçlere evsahipliği yapmalarından gurur duyarlar (Tolay, 2014). Fakat Türklerin tarihine ve göçmenlere olan bu tür normatif bir beğeninin kendisinin kırpılmış, yontulmuş bir tarih görüşünü temel aldığının görülmesi gerekiyor, bu görüş göç etrafındaki negatif tecrübeleri görmemek hatta susturmaya çalışmaya yol açabiliyor; mesela Türk tarihinin son bin yılında meydana gelmiş zorla göçleri.

Üstte işlediğimiz göçler tarihi, alternatif, daha geniş bir milli söylemin nasıl kurulabileceği yönünde bazı ipuçları verebilir. Bugünkü kırpılmış söylemin en problemli tarafı çok zengin bir göç demografisini görmemesi. Ama aslında bu göçler büyük bir gurur vesilesi olabilirler. Türk öncesi Anadolu göçleri bugünkü Türkiye nüfusunu (buna kendini etnik Türk görenler dahil, aslında onlar da hepsi Türk olmayan karışık bir etnik yapıdan geliyorlar) ardı ardına gelen başarılı medeniyetlere, zenginleştiren göçlere bağlayan müthiş bir tarihi anlatıyor. Türkiye'nin tarihini tekrar yazarak bugünkü Türkiye'nin hem Orta Asya'dan gelmiş Türki kabilelerin [cüzi] mirasçıları hem de ondan önce gelmiş olan halkarın toplamı olduğunu vurgulamak Türkiye'nin bugünkü çeşitli kimliklerini anlaştırmak / biraraya getirmek için çok iyi bir fırsat olur, aynı zamanda kadim ve en büyük bazı medeniyetlerin parlak tarihi sahiplenilmiş olur...

Diğer yanda zorla göç konusunu rehabilite etmek, negatif bazı çağrışımları sebebiyle, daha zor, ama yapılması bir o kadar da önemli. Eski şiddet tecrübelerini sürekli inkarının inkarcılara çok zarar verdiğini ispatlayan pek çok argüman var. Bu inkar o zorla göçe maruz kalmış insanları güçsüzleştirip, sessizleştirip onların bir defteri kapatıp ilerlemelerini engellemek bir yana inkar edenlerde derin bir negatif etkiye sebep oluyor. Göcek, Giesen and Zerabuvel kolektif şiddetin uygulanması inkarının o şiddeti uygulayan halk üzerinde de travma yarattığını gösterdi, çünkü gerçeklikle olan ilişkide kopukluk oluyor, etik, ahlaksal konulara yaklaşımda bozukluğa yol açıyor ve toplum içindeki şiddeti normalize ediyor. Sonuç olarak kolektif şiddeti reddetmek otokratik eğilimlere, demokrasi eksikliğine de yol açabiliyor (Göcek, 2015). 'Sadece geçmişteki kolektif şiddeti anlayıp onun varlığını anlayabildiğimizde sonraki nesiller için daha iyi bir gelecek hazırlamamız mümkündür' (Göcek, 2015, p. 478). Şiddet içeren tarihi kabullenmenin faydaları da olabilir, aklı başında, kendini eleştirebilen, değerlerine bağlı olmanın göstergesi / sebebi olmak iyi bir erdem değil mi? Almanya bunun tipik başarılı bir örneği, Almanlar geçmişlerindeki şiddeti tanımaları üzerinden demokrasi ile daha sağlıklı bir ilişki kurdular (Olick, 2007). Ek olarak şiddet kurbanlarının (onların tarihini tanıyarak) o günkü ulusun önemli bir parçası olduğunu kabullenmek geçmiş şiddeti kabullenmeyi kolaylaştırabilir, çünkü bu açıdan bakılırsa artık herkesi kaplayan toplum aynı anda hem suçu işleyen, hem de suçun kurbanıdır.

Kaynaklar

Rewriting National Narratives through the Study of Past Migrations,

Anderson, B. R. O. G. (1991). Imagined communities: Reflections on the origin and spread of nationalism. London: Verso

Gellner, E. (1983). Nations and nationalism. Ithaca, NY: Cornell University Press.

Berger, S., Donovan, M., & Passmore, K. (2002). Writing national histories Western Europe since 1800. London: Routledge.

Bhabha, H. K. (1990). DissemiNation: Time, narrative, and the margins of the modern nation. In H. K. Bhabha (Ed.), Nation and narration. London: Routledge.

Çağaptay, S. (2006). Islam, secularism, and nationalism in modern Turkey who is a Turk? London: Routledge.

Karpat, K. H. (2001). The politicization of Islam: Reconstructing identity, state, faith, and community in the late Ottoman state. Oxford: Oxford University Press.

Strassler, R. B., Romm, J., Mensch, P., & Cartledge, P. (2010). The landmark Arrian’s campaigns of Alexander. Anchor Books.

Mossé, C., Azoulai, M., Baslez, M.-F., & Blanchon, F. (2005). Une histoire du monde antique. Paris: Larousse.

Tolay, J. (2014). Deconstructing Turkish public attitudes towards refugees: Empowering rights over politicization and self-gratification. USAK Yearbook of Political and International Relations, 6, 1–29.

Göçek, F. M. (2011). Genocide: Turkish historiography on 1915. In R. G. Suny, F. M. Göçek, & N. M. Naimark (Eds.), A question of genocide: Armenians and Turks at the end of the Ottoman empire (pp. 42–52). New York: Oxford University Press.

Copeaux, E. (1997). Espaces et temps de la nation turque: Analyse d’une historiographie nationaliste, 1931-1993. Paris: CNRS Éditions. Danış , D. A. (2010).

Olick, J. K. (2007). The politics of regret: On collective memory and historical responsibility. New York, NY: Routledge.