thirdwave

Github Mirror

Bağlantıcı Elit

The Third Wave, A. Toffler

"Burada işleri kim idare ediyor?". Bu soru tipik bir ikinci dalga sorusudur, çünkü Endüstriyel Devrim'e kadar bu soruyu sormaya gerek bile yoktu. Yönetimde ister krallar, ister saman babaları, ister diktatörler, ister güneş tanrıları, ister azizler olsun, insanlar yönetimin kimde olduğu hakkında bilgisiz değildiler. Tarlasında çalışan üstü başı pasaklı köylü başını kaldırıp uzaklara baktığında ihtişamlı bir saray, bir tapınak görüyordu, ve o toplumda yönetimin nasıl şekillendiğini anlaması için bu köylünün politik bilimcilere de, gazete köşe yazarlarına da ihtiyacı olmuyordu. İdarenin kimde olduğu gün gibi belliydi.

Fakat ikinci dalganın girdiği her yerde yeni bir tür güç şekli ortaya çıktı. Bu güç yaygın, görünmeyen, her yerde, suratsız ve kimliksizdi. Bu noktadan sonra yönetimdekiler "onlar" sözüyle eşleşecekti. Kimdi bu "onlar"?

Endüstriyelleşme, şimdiye kadar gördüğümüz gibi, toplumu binlerce parçalara böldü, bunlar fabrikalar, kiliseler, okullar, ticaret odaları, hapishaneler, hastanelerdi. Kilise, devlet, birey arasındaki komuta bağlantıları kesilecekti, ve bilgi belirli alanlara odaklı disiplinlere ayrılacaktı. İş kolları ufak birimler halindeydi. Aileler ufak ünitelere indirgenmişti. Ve tüm bunlar yapılırken camia, topluluk kavramı ve kültür ünüfak edilmişti.

Birileri bu parçaları [belli amaçlar için, gerektiğinde] biraraya getirmek zorundaydı.

İşte bu ihtiyaç tek uzmanlığı "bağlantı kurmak", "birleştirmek" olan yeni bir tip ortaya çıkardı. Bu kişiler kendilerine müdür, komiser, koordinatör, başkan, başkan yardımcısı, bürokrat gibi isimler verdiler, ve her şirkette, her devlet yönetiminde, toplumun her tabakasında peydahlandılar çünkü onlara hakikaten ihtiyaç vardı. Bu insanlar Baglantıcılardı.

Onlar [iş yerlerindeki] rolleri tanımladılar, insanları işlere yerleştirdiler. Kimin hangi ödülü alacağına karar verdiler. Kriterleri tanımladılar, planları yaptılar, sertifikaları yaratıp kime verilip verilmeyeceğini belirlediler. Üretim, dağıtım ve iletişimi birbirine bağladılar. Organizasyonların hangi kurallarla birbirleriyle ile çalışabileceğini saptadılar. Kısaca toplumun parçalarını biraraya getirdiler. Onlar olmadan İkinci Dalga asla işleyemezdi.

Marx, 19. yüzyılın ortasında araçları ve üretim şeklini elinde tutanın toplumu kontrol edeceğini söylüyordu. O düşündü ki iş alanları birbiriyle çok ilintili olduğu için işçiler üretimi durdurabilirler ve üretim araçlarını patronlarının elinden alabilirler. Araçları bir kere ele geçirdiler mi toplumu ele geçirirler.

Fakat tarih Marx'a oyun oynadı. Çünkü iş alanlarının birbirine bu kadar bağlantılı olması, o bağlantıyı yapan, işleri "orkestre eden" başka bir gruba çok daha nüfuz sağlamıştı. Günün sonunda idareyi eline alan ne patronlar, ne de işçiler olacaktı. Hem kapitalist, hem sosyalist ülkelerde en tepeye çıkanlar Bağlantıcılardı. Yani kudreti sağlayan "üretim şekli" değil, "bağlantı kurma şekli"ydi.

Şimdi bunun ne anlama geldiğine bakalım.

İş dünyasında ilk görülen bağlantıcılar fabrika sahipleri, girişimciler, değirmen sahipleri, ve demir ustalarıydı. [2. dalganın bu erken evresinde] iş sahibi ve birkaç yardımcısı çoğunlukla çok sayıda işçinin emeğini kordine edebiliyor ve daha büyük ekonomiye bağlantısını sağlayamayı başarabiliyordu. Bu evrede hem iş sahibi hem bağlantıcı aynı kişi olduğu için Marx'ın bu iki görevi birbirine karıştırmış olması şaşırtıcı olmamalı. Marx bu sebeple yanlış bir şekilde teorisinde ise sahip olmaya gereğinden fazla önem verdi.

Fakat endüstriyel üretim daha çetrefil, iş bölümü daha tek alana odaklı (specialized) hale gelmeye başlayınca iş yerlerinde patronlar ve çalışanlar arasında giren yönetici ve uzmanların sayısında bir patlama yaşandı. Resmi evraklar birdenbire mantar gibi türedi. Ve arkasından büyük işyerlerinde iş sahibi ya da çoğunluk hisselerinin sahibi dahil olmak üzere hiçbir (tek) kimse artık tüm operasyonu anlayamaz hale geldi. İş sahiplerinin kararlarına şekil veren, hatta onu yönlendirenler dışarıdan işi koordine etmesi için getirilen uzmanlar olacaktı. Bu sayede artık ise sahip olmaktan ziyade, "işi bağlayan" yeni bir tür yönetici elit tabakası ortaya çıkacaktı.

Yöneticilerin gücü arttıkça, hisse sahiplerinin gücü azaldı. Şirketler büyüdükçe, iş sahibi aileler hisselerinin daha fazlasını geniş bir hissedar kitlesine dağıttılar, ki bu kişiler de o şirketin işleyişinden bihaber durumdaydılar. Gitgide hisse sahipleri günlük işleri yönetmeye ek olarak uzun vadeli stratejik hedefleri tanımlaması için de dışarıdan alınan müdürlere güvenmeye başladılar [..]

Sosyalist ülkelerde de bunların tıpatıp aynısı oluyordu. Ta 1921 yılında Lenin kendi Sovyet bürokrasisini kötülemişti / istenmez ilan etmişti. Trotsky sürgünde olduğu 1930 yılında [..] "üretim şekli devlete ait olabilir ama devlet bürokratların elindedir" diyordu. Milovan Djılas 1950 yılındaki Yeni Sınıf kitabında Yugoslavya'da sayıları hızla aratan yönetici elit tabakasından şikayet ediyordu. Djılas'ı hapise atan Tito "teknokratlar, bürokrasi [..]"'den şikayet edecekti. Mao'nun Çin'inde "işletmeci mentalitesinden korku" ana ideolojik temayı oluşturmaktaydı.

Yani hem sosyalist hem kapitalist ülkelerde bağlantıcılar yönetimi ele geçirdiler. Onlar olmadan sistemin tüm parçaları birlikte çalışamazdı. "Makine" işleyemezdi.

Bir işyerini, hatta koca bir endüstri alanını entegre etmek yapılması gerekenin sadece ufak bir bölümüydü. Modern toplum sendikalar, ticaret odaları, kiliseler, okullar, vs. gibi pek çok diğer organizasyonlar yaratmıştı ve tüm bu oluşumların tahmin edilebilir kurallarla işlemesi gerekiyordu. Kanunlar gerekliydi. Tüm bunların üstünde toplumun bilgisel, sosyal, ve tekniksel arka planları / çerçeveleri birbiriyle uyum haline getirilmeliydi.

Ve en sonunda ikinci dalga medeniyetinin " birleştirilme" ihtiyacı sonucunda ortaya o en devasa bağlantıcı, koordinatör ortaya çıktı: Büyük Devlet. Her sanayi ülkesinde büyük devletin önüne geçilemez yükselişinin sebebi sistemin birleştirilme için duyduğu o müthiş açlıktır. Siyasi demagoglar meydanlara çıkıp küçük devlet nutukları atadursunlar, iş başına geldiklerinde aynı liderler devletin ölçüsünü küçültmek yerine büyütmeyi tercih etmişlerdir. Bu retorik ve gerçek hayat arasındaki farklılık, ancak 2. dalga hükümetlerinin tüm sınırları aşan tek amacının sanayisel bir toplum kurmak ve idare etmek olduğu görülünce anlaşılabilir. Bu istek önünde diğer tüm farklılıklar eriyip gitmiştir. Partiler ve politikacılar diğer konular hakkında didişebilirler, ama büyük devlet konusunda %100 anlaşma halindedirler [..]

Clayton Fritchey adli köşe yazarının saptadığı gibi ABD federal hükümeti hiçbir zaman büyümeyi durdurmamıştır, hatta büyüme Cumhuriyetçi yönetimler zamanında da devam etmiştir [bu nokta vurgulanıyor çünkü Cumhuriyetçiler hep devleti küçültecekleri vaadini yaparlar]. Yakın zamandaki üç Cumhuriyetçi başkan yönetiminde büyüme trendi devam etmiştir çünkü bu işi [sihirbaz] Houdini bile çok ciddi ve zararlı etkileri olmadan gerçekleştiremezdi.

Serbest piyasacılar devletin şirketlerin önünü tıkadığını iddia ederler. Fakat serbest girişim tek başına bırakılsa sanayileşme çok daha yavaş oluşurdu, hatta belki de hiç oluşmazdı. Devletler tren hatlarının yapımını hızlandırdılar, limanlar, yollar, kanallar inşa ettiler. Posta servisleri yönettiler, telegraf, telefon, yayın sistemlerini kurdular ya da regüle ettiler. Ticari kodları yazdılar ve piyasaları standardize ettiler. Endüstriye yardım etmek için gümrük ve diplomatik baskı uyguladılar. Köylüleri yerinden çıkmaya zorlayarak / teşvik ederek sanayiye işçi olarak girmelerini sağladılar. Çoğunlukla askeri kanallar üzerinden enerji ve ileri teknolojiyi sübvanse ettiler. Binlerce yol ve yordam ile devletler başkalarının üstlenmeyeceği, üstelenemeyeceği birleştirici işleri yerine getirdi.

Çünkü devlet en büyük hızlandırıcıydı. İkna kabiliyeti ve vergi gelirleri ile özel girişimlerin yapamayacağı işleri yapabilirdi. Devletler sistemde boşluklar çıktığı yerde onları doldurarak sanayileşme sürecinin ocağına kömür atabilirdi. Onlar "önceden entegrasyon" görevini gerçekleştirebilirlerdi.

Mesela kitle okul sistemini kurarak devletler, sadece montaj bantına insan gücü sağlamış olmadılar (ki bu başlı başına bir sübvansiyondur) ayrıca onlar çekirdek aile şeklinin yayılmasını da teşvik etmiş oluyorlardı. Devletler ailenin elinden eğitimsel ve diğer geleneksel görevlerini alarak, aile sisteminin fabrika ihtiyaçlarına göre şekillenmesini sağladılar. Demek ki pek çok değişik seviyede onlar 2. dalga medeniyetlerinin çetrefilliğine orkestra şefliği yapmışlardı.

Bu sebeple bağlanma işinin önemi arttıkça devlet yönetim tarzı ve içeriği değişti. Başkanlar ve başbakanlar kendilerini yaratıcı sosyal, siyasi liderler olarak görmek yerine, birer yönetici olarak görmeye başladılar. Şahsiyet ve davranış şekli olarak ta büyük holdingleri, üretim merkezlerini yöneten kişilerden ayırtedilemez hale geldiler. Demokrasi ve sosyal adalet hakkında kendilerinden beklenen birkaç ezberi tekrarladıktan sonra endüstri dünyasının o Nixon'ları, Carter'ları, Thatcher'ları, Brezhnev'leri, Giscard'leri, and Ohira'ları halka "verimli işletmecilik" ötesinde pek birşey vaat etmeden iş başına gelmişlerdir.