thirdwave

Github Mirror

Iste Osmanli

Grillo'nun Pluralism and the Politics of Difference kitabindan derlenmistir

Eğer 'yönetimden' stabil bir idari sisteminin olduğu kastediliyorsa, 14. yüzyılın sonunda tüm Balkanların Osmanlı yönetiminde olduğunu iddia etmek oldukca zordur. Bu periyotta Osmanlı hegemonyası bir 'vassallık' sistemı üzerinden egzersiz ediliyordu, ki sistemin 15. yüzyılın başında kendini fazla geniş satha yaydığı anlaşıldı, İ. Beyazıt'ın Ankara Savaşı'nda yenilmesiyle Avrupa ve Anadolu'daki vassal ülkeleri bağımsızlıklarını tekrar ilan ettiler [sf 77].

Pek çok açıdan Osmanlı İmparatorluğu tipik bir patrimonyal devletidir. Weber Osmanlı'yı bahsettiğimiz kategoriye örnek olarak seçmişti, ve zaten devletin kendini tarif ediş şekli, yaptığı vurgu, sultanın mutlak pozisyonunu ve sarayın varlığını sosyal ilişkiler için örnek gösteren bir haldedir. Sultan yönettiği halkın "çobanıdır", ve yönettikleri onun "sürüsüdür". Osmanlı tebasına verilen isim "reaya"nın Arapça dilindeki orijinal anlamı "otlaktaki koyun sürüsü" kelimeleridir. Halk, ayrıca daha geniş anlamda da sultanın kölesidir (reayanin ve toprakların sultana ait olması temel bir Osmanlı kanunudur), ve reaya bu toprak üzerinde zenginlik üretmeye "mecbur" durumdadır. Bu zenginlik devleti ve onun yöneticisini idame etmek için kullanılacaktır. Böylece, bir "adalet çemberi" oluşturulur (o zamanki ismiyle), bu çembere göre, yöneticiler halka "adalet" servisi sağlar [..] ve karşılık olarak, yönetilenler devletin hayatta kalması için gerekli zenginliği üretirler [sf 79].

Osmanlı uygulamaları, çoğunlukla toplumun temelini oluşturduğunu ettiğini iddia ettiği prensipleri kendisi çiğner durumdaydı. Şeriata göre müslüman ülkeler arasında savaş yasaktı fakat Osmanlılar bariz şekilde komşu müslümanların topraklarını işgal edip ele geçirmiştir, hatta bu eylemleri fetwalar üzerinden legalize etmeye de uğraşmıştır. Şeriat, aynı şekilde, kardeş müslümanların köleleştirilmemesini ve gayrı-müslümlerin müslüman yönetici altında haklarını garanti ediyordu [..] fakat Osmanlılar devşirme sistemi üzerinden yönetimleri altındaki hristiyan halkları rutin olarak kölelik sistemine sokmaktaydı. [..] Bu uygulama 17. yüzyıla kadar devam etti [sf. 82].

14'inci ve 15'inci yüzyılın ilk bölümlerinde sultan başvezirlerini zamanın önde gelen müslüman ailelerinden seçmiştir, mesela müslüman elit içinde anahtar bir konumda olan Çandarlı ailesinden [2] 1359-1499 arasında toplam altı kişi vezirlik görevi yapmıştır. İstanbul'un fethinden sonra işler değişti: bu pozisyona kapıkulu seviyesinden kişiler getirilmeye başlandı [sf 84].

Millet sisteminin yaptığı, ya da yapmaya çalıştığı, mevcut pek çok etnik / dini grupları konsolide edip, üç veya dört geniş kategoriye indirgeyerek, bir politik kontrol ve eylem sistemi yaratmaktı. Bu toparlamanın kategorilenen grupların kendi içlerinde aslında varolan farklılıklarını değiştirmekte etkisi neredeyse sıfır oldu. Mesela Ermeni milleti kategorisine sapkınların (heretics) dahil edilmiş olması bu iki grup arasında önceden mevcut, aktif kimlik hissiyatlarını hiç değiştirmedi. Aynı şekilde Ortadoksluk altında Yunan ve Slavik ritüellerin birleşimi Ortadoks kitle içindeki farklılığı azaltamamıştır.

Müslüm ve gayrı-müslümler, yönetilenler olarak, Osmanlı yönetiminin eşitsizliğini paylaşıyorlardı, fakat bazıları resmi olarak bazılarından daha az 'eşit' idi. [..] Gayri-müslümler onları inananlardan ayıran değişik giysiler giymek zorundaydı, ayrıca ata binmeleri ve silah taşımaları yasaktı. Ek olarak, kıliselerinin camiye çevirilme ihtimali olmasına (ve bunun pek çok kez olmasına) rağmen, kendilerinin yeni kılise yapması yasaktı. Tek yapabildikleri çürümekte olan mevcut kıliseleri onarabilmekten ibaretti.

Ingrao'ya göre Osmanlı sultanları arketipik oriyental despotlardı. Teoride herşey ve herkes hakkında mutlak güçleri olduğunu iddia ediyorlar, ama pratikte imparatorluğun nasıl işlediği hakkında ilgi göstermiyorlardı [3], onları tek ilgilendiren yönettikleri yerlerin onlara kesintisiz gelir ve asker sağlamalarıydı. Yönetim "normatif" olmaktan ziyade "çıkarımcı (extractive)" bir yapıdaydı. [..]

Bu ilgisizlik, Ingrao'ya göre iki şeye sebep oldu: her yere yayılan ve 20. yüzyıla kadar etkisini süredüren bir geri kalmışlık, yolsuzluk (rüşvet) ve dilşel, kültürel öbekleşme / sekteryenlik. [Fakat] I. Dünya Savaşı sonunda ulus-devlet sisteminin, işlemediği tamamen ispatlanmış (discredited) Osmanlı modelinin yerine geçmesindeki asıl sebep, çok etnikli bir yapıda insanların bir şekilde beraber yaşıyabilmeleri değil, artık o modelin diğer, herkesçe bilinen diğer ögesi, kangrenleşmiş / bozulmuş / işlemez (patently disfunctional) Türk politik kurumlarıyla özdeşleştirilmiş olmasıydı [sf 96].

[1] Yolsuzluğun ve sistemik çürümüşlüğün bir göstergesi, yangın söndürmekle görevli yeniçerilerdir. Osmanlı sisteminde eğer yangın sonrası ev sahibinin kurtarılmış mali varsa, yeniçeriler o malda hak talebinde bulunabiliyorlardı. Bu kural yangını yeniçeriler için bir gelir kaynağı haline getirmekteydi; bu sebeple yeniçerilerin bilerek yangın çıkardığı da oluyordu. Sistemin diğer yolsuzluk kaynağı 'adalet dağıtan' kadılardır. Kadılık sisteminin ürettiği yolsuzluk Anadolu'da halk türkülerine konu olacak kadar yaygın ve sistemiktir.

[2] Osmanlı, kontrolü sürekli daha fazla saray merkezli yapmaya uğraşmıştır. Fatih Sultan Mehmet'in icraatı bunun tipik bir örneğidir. Fatih yönetimde danıştığı, beraber olduğu müslüman ailelerden hiç hazzetmiyordu, bu aileler içinde en çekemediği Çandarlı ailesi, ve bu ailedeki Çandarlı Halil Paşa'ydı. Fatih, İstanbul'un fethi sonrası Çandarlı Halil hakkında "aslında İstanbul'un fethedilmesini istemediği" ve "Bizans'tan rüşvet aldığı" şeklinde dedikodular yaydı ve Çandarlı Halil'i oldurttu.

[3] Bu ilgisizligin tipik orneklerinden biri 4. Mehmet'tir. 24 Temmuz 1661'de Istanbul'da buyuk bir yangin cikti. Yangin uc gun uc gece surdu, 80200 ev, 300 saray ve konak, 40 hamam, carsilarda 10 bine yakin dukkan, neredeyse tum firinlar yandi. Sehrin gunluk hayati felce ugradi. 4. Mehmet bunlari hic umursamadan Edirne'de avlanmaya gitmistir.