thirdwave

Github Mirror

Ermeniler, Kürtler

David McDowall

Çaldıran Savaşı Osmanlı Anadolu bölgesi ile Safavi Azarbeycan arasında bir stratejik denge noktası oluşturdu, ve bu durum uzun vadede, Kürdistan'ın nispeten stabil halde kalabilmesini sağladı. [..] Bu olayların Kürdistan üzerinde derin etkisi oldu, çünkü artık iki imparatorluğun arasında bir tampon bölge haline gelmişlerdi. Her iki imparatorlukta bu bölgeye etkisini ne kadar uzatabileceğini iyi düşünmek zorundaydı, yerel Kürt yöneticileri ise hangi imparatorluğu tercih edecekleri gibi rahatsız edici bir soru hakkında kafa yormaktaydılar, merkezi otoriden bağımsız olup etkilerini maksimize etmek ile, otoritelerinin bir imparatorluk tarafından tanınmasının yerel faydalarını tartıyorlardı.

Kürt şefleri Kürdistan'ı ilk işgalinden sonra Şah İsmail'i [..] pek heyecan duymadan tanımışlardı. [niye Safavi yerine Osmanlı'yı tercih ettikleri konusunda] aslında şefler için pratik bir durum sözkonusuydu. Şah İsmail Kürdistan'ı ele geçirirse onu Türkmen ve Fars yöneticiler üzerinden yönetecekti, fakat Osmanlı yerel yöneticileri tercih edecekti. [sf. 26-27]

[Çaldıran sonrası Sultan Selim'in] yeni elde edilmiş tampon bölgeler hakkında birbiriyle ilintili iki problemi vardı; bölgelerin Safavilere meyletmesi sözkonusu olabilirdi, ve bölgenin direk kontrolü ve vergilendirmesi çok zor olacak, hatta bunun denenmesi bile pahalıya patlayacaktı. Bu durumda Sultan Selim, daha iyi bilinen acımasız hunharlığı yerine pragmatizmi tercih etti. Bölgede saygınlığı olan İdris Bitlisi adında bir Kürt'e yerel şefleri ikna etmesi için geniş yetkiler verdi. Bitlisi, içine istediğini yazabileceği bilerek boş bırakılmış fermanlarla bölgeye giderek Şah İsmail tarafından görevinden alınmış yöneticilere görevini geri verdi, bazı şeflere yarı ya da efektif olarak tam bağımsızlık vererek karşılığında Osmanlı yönetimini kabul etmelerini sağladı. [..]

İstanbul ile Kürt bölgeleri arasındaki ilişki mükemmel olmaktan çok uzaktı. Bu yarı bağımsız yönetimlerin 19. yüzyıla kadar ulaşmasına bakarak, bu sistemi başarılı bir politik düzen olarak etiketlemek cazip gelebilir, fakat pratikte, iki tarafta bu yapıdan memnun değildi. İstanbul da, yerel Kürt şefleri de, güçleri olduğunda daha fazla kontrol için her zaman bastırmışlardır [sf. 30]. ...

18'inci yüzyılın sonlarında Osmanlı aşırı merkezileşmiş yönetimi, hinterlandının kontrolünü yitirme problemiyle yüzyüze kaldı. Çaldıran Savaşı sonrası aşiretler ile devlet arasındaki anlaşma zaten çoktan değerini yitirmişti. Bu noktada yerel emirlerin kuvvetini törpülemek için hem merkezi hem yerel yönetim bazı ilerlemeler kaydetti, fakat her ilerlemeden sonra Kürtler bağımsızlıklarını geri alabilmişlerdi. Öyle ki artık 18. yüzyıl sonlarında aşiret reisleri ve emirler bir "dış desteğe" ihtiyaçları olmadığını düşünüyorlardı. [.. Fakat] yüzyılın ikinci yarısında beklemedikleri oldu ve yokedildiler [..sf 38]

Kürdistan'daki eski emirlerin ve yarı-bağımsız diğer şeflerin bastırılması bölgede daha çok istikrara değil, daha az istikrara, düzensizliğe sebep oldu. Bu ilk başta garip gelebilir, emirleri ve yerel şefleri bastırabilen Osmanlı her türlü diğer düzensizliği de bastıramayacak mıdır? Ne yazık ki, Kürt şefleri bölgede büyük isyanlara, çekişmelere, kan kaybına sebebiyet vermiş olsalar da, onlar aynı zamanda bölgedeki güç dengesinin önemli bir mihenk taşıydılar.

Kendi etki alanlarını genişletmek için aşırı istekli oldukları doğrudur, fakat bu yöneticiler bölgelerindeki aşiretler arasında ve o asiretler ile dış dünya arasında bir arabulucu olarak son derece önemli bir görevi yerine getiriyorlardı. Onlar olmadan aşiretler arası çekişmeler tepeye vurdu ve bunun ekonomik ve politik bakımdan çok kötü sonuçları oldu.

[Bu zamanlarda] Osmanlı otoritesi bölgede kasabalar ve onların yakın çevrelerini kontrol edebiliyordu, fakat kontrollerini, gerektiği yerde cezalandırma amacı haricinde, daha ileriye uzatamadılar. Bir isyanı cezalandırmak için yapılan seferler ise bölgede düzeni sağlamak için yeterli değildi. Etrafta kanun yetersizliği, aşiretler arasında hiç bitmeyen savaş durumunu ortaya çıkardı, haydutluk fazlalaştı, ve tüm bunların sonucu olarak bölgenin ekonomik durumuna ağır bir darbe inmiş oldu [sf 49]. ...

1891 yılında Sultan Abdülhamit Doğu Anadolu'da görev yapacak yeni bir gayri-nizamı atlı birliği kurmak istedi. Birliğe kendi isminden hareketle Hamidiye Alayları adını verdi. Bu yeni oluşumu şekillendirirken Rus Kazak birliklerini örnek almıştı; Kazaklar, gerilla saldırıları ve öncü kuvvet olarak Ruslar tarafından Kafkasya'da son derece etkili olarak kullanılmaktaydılar.

Birlik kurulurken Doğu Anadolu'nun malum sosyal yapısından hareketle Hamidiye, seçilmiş, tercihen sadık Sünni Kürt aşiretlerinden oluşturulacaktı, her birlikte aşağı yukarı 600 kişi mevcuttu. Çoğunlukla bir birliğin tamamı tek bir aşirettendi, ve bu birliğin [doğal olarak] lideri aşiret reisi oluyordu. Tek bir aşiretin alay oluşturmaya yetmeyeceği durumlarda, alay birkaç aşiretin birleşimi olabiliyordu [..].

Birliğe davet edilmenin aşiret reisi ve takipçileri için büyük avantajları vardı. Reis ve subayları İstanbul'da özel bir harp okuluna gönderiliyordu, yeni statülerini simgeleyen, Kazak usulü sükseli üniformalarla kuşandırılıyorlardı. Ayrıca Hamidiye aşiretleri, Osmanlı merkezileşmesinin bölgede en sevilmeyen / popüler olmayan sonuçlarından biri olan zorunlu askerlikten de muaf tutulmuştu. Bu mecburiyet bölgede o zaman ilk kez uygulanmaya başlanmıştı. Ek olarak aşiretleri Osmanlı düzenine eklemleme / içinde eritme amacıyla (absorb), reisler, oğullarını İstanbul ve Kürdistan'da kurulmuş olan aşiret okullarına göndermeye davet edilmişlerdi.

Hamidiye birliklerinin görünür / bariz amacı bölgedeki Rus tehdidine karşı bir set görevi yapmaktı. Kürtlerin imparatorluğun bir parçası oldukları yönündeki hissiyatlarını güçlendirmek önemliydi, çünkü önceki savaşlarda Osmanlı bölgesi içindeki bazı aşiretler sultan yerine [Rus] çarını desteklemişlerdi. Ayrıca Kafkasya'da aşiretler sayıları artan bir şekilde Rusya'nın etki alanına düşmüşlerdi. Hamidiye'nin resmi görev alanı Erzurum ve Van arasındaki hat olacaktı.

Fakat Hamidiye aşiretlerinin sadece gerektiğinde daha üst bir komut yapısı tarafından biraraya getirilen bir kuvvet olmaları, bu birlikler görevde olmadıklarında kendi normal yaşam alanlarında oldukları gibi yaşadıkları anlamına geliyordu. Zaten genel kanı bu birlikler eğer evlerinden uzağa göreve gönderilirlerse, savaşmak yerine kaçmayı tercih edecekleri yönündeydi [sf. 59].

Hamidiye'nin bölgede bir problem haline dönüşmesi için çok zaman geçmesi gerekmedi. Öncelikle aşiretler içinde daha yüksek rütbeyi almak için çekişmeler, kavgalar yaşanmaya başladı, diğer yandan yerel komutanlar, aşiret düşmanları ile Hamidiye Alaylarının düşmanları arasında ayrım yapmıyorlardı. Bir süre sonra devlet tarafından silahlandırılmış bir Hamidiye aşireti ile diğerleri arasında, ya da aynı aşiret ile yerel düşmanlar arasında ardı ardına takip eden öldürmeler zinciri başladı. Dört tane alay çıkarmış güçlü Sünni Jibran aşireti, Alevi Kurmaklara saldırdı, arazilerini ele geçirdi. Zaten hiç sevilmeyen Alevi Kızılbaşlar gibilerinin bu arbedede saldırıya uğradıklarında devletin onları savunmaması anlaşılabilirdi, fakat Hamidiye statüsüne sahip olmayan Sünni aşiretlerin bile arazileri gasp ediliyordu.

Devlet Hamidiye subaylarına maaş ödemeye parası yetmediği zamanlarda onlara yerel Ermeni köylerinden vergi toplama yetkisini verdi, bu Ermeniler için daha fazla zorluk anlamına gelecekti [..bu durum hakkında] yerel şikayetler sivil otoriteye eriştiğinde ise, şikayet edenler sivil yönetimin Hamidiye'yi dizginlemek için hiçbir gücünün olmadığını farkettiler. Bu birlikler direk Erzurum'daki 4. orduya ve onun komutanı Zeki Paşa'ya bağlıydı. Zeki Paşa aynı zamanda Abdülhamit'in kayınbiraderiydi, ve o da bölgedeki valiye değil direk İstanbul'a bağlıydı. Paşa bariz bir şekilde Hamidiye'yi sivil otoriteye bildirilmemiş bir politikanın masası olarak kullanıyordu. Sivil yönetim ise, Hamidiye yapılanmasından kelimenin tam anlamıyla nefret ediyordu. [..]

Hamidiye birliklerinin gayri-kanuni davranışları bölgedeki diğerleri için kötü bir örnek oluşturmaya başladı ve hızla kopyalandı. Artan sayıda genç bile bu rol modelini kopyalamaya oldukça istekli gibiydi. Bu kopyalama isteği sayesinde yerel demircilere gün doğdu, taklit Hamidiye nişanları ve benzeri bir sürü eşyayı üretip satıyorlardı. Yerel otorite, aynen Hamidiyeyi engelleyemediği gibi, bu davranışların da önüne geçemediğini farketti.

Pek çok çekişme aşiret arasında olmasına rağmen, bu dönemde esas acı çekenler Müslüman ve Hristiyan köylüler oldu. Çok geçmeden ana hedefin Ermeniler olduğu ortaya çıktı. Hamidiye bilerek kışkırtılıyor, hatta askeri otoriteler tarafından kasıtlı bir şekilde onların üzerine yönlendiriliyordu [sf 60].

Büyüyen Ermeni probleminden daha önce bahsetmiştik. 1890'ların başlarında durum daha da bozulmaya başladı. Özellikle 1877-78 savaşındaki [Abdülhamit yılları] tecrübeleri yüzünden Ermeniler nihayet Osmanlı otoriteleri, Kürt aşiretleri, ve nüfusu karışık kasabaların müslüman ahalisinin uyguladığı provokasyonlara, gasplara, işkence / zulüme cevap vermeye başladılar. 1882 yılında Erzurum'da keşfedilen 'Babayurt'un Koruyucuları' adında büyük ihtimalle devrimci nitelikli bir yapılanma ortaya çıktı. [..] 1894 yazında Ermeni köylüler ve yerel idare arasındaki vergi ödemesiyle alakalı bir anlaşmazlık, 1000 kadar köylünün olduğu kitlesel bir kıyımın başlamasına bahane oldu, bu kıyım ağırlıklı olarak Hamidiye birlikleri tarafından gerçekleştirildi. 1895 baharında İngiltere, Fransa ve Rusya Ermeni kasabaları için reformlar, hapistekiler için af ve Hamidiye'nin kaldırılmasını taleplerini (demand) İstanbul'a iletti. Abdülhamit bu istekleri kabul eder göründü ama kasıtlı olarak onları işleme koymadı. Bunun sonucu olarak güvenlik yokluğunun devam etmesi, bölgedeki tarımın 1897-98 yıllarındaki açlık yaşandığı yılllara (famine levels) düşmesine sebep oldu [..]

1897 yılında artık şehirli Türk nüfus bile Hamidiye Kürtlerinin tolere edilemeyek asayişi bozucu davranışlarına protesto ediyordu.

[Hamidiye denemesi] temelinde Osmanlı'nın zayıf olduğu gerçeğinin yattığı bir polikadır. Abdülhamit her ne kadar aşırı, vahşi olsalar da Hamidiye'yi gücü yetmediği yerlerde vergi toplayabilmek için kullandı. [..] Onları istediği anda bastırabilirdi, fakat bunu bölgeyi tamamen askeri olarak işgal etmeden ve onun doğal sonucu olarak Rusya'yı ve bölgedeki Kürt liderleri rahatsız etmeden yapamayacaktı.

Abdülhamit'in Ermenilerin Hamidiye tarafından bu kadar ezilmesine izin vermesinin temelinde de kasıt olduğu kadar zayıflık yatmaktadır. 1895 yılına gelindiğinde artık averaj Hamidiye askeri ile Türk askeri, Ermeni köylü ile devrimci arasında hiç fark gözetmiyordu [..] Sonuçta Abdülhamit İstanbul'da kendine dayatılan reformları kabul etmiş, ama Hamidiye'yi sivil otorite yerine Zeki Paşa'nın kontrolüne bırakarak gerçekleştirilmelerini kasıtlı olarak baltalamıştır.

Her halükarda Hamidiye Alayları apaçık bir başarısızlıktır. Genel itibariyle bu birlikler Osmanlı yapısına entegre olamamıştır, hatta tam tersine, bu askerlere verilen 'ne yaparsan yap' türündeki izin, aşiretçiliğin bölgede tekrar kuvvetlenmesine sebep olmuştur [..].

İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 yılında Abdülhamit'i devirdikten sonra [..] Hamidiye Alayları ismini 'Asiret Alayları' ismine çevirerek düzeni olduğu gibi devam ettirmiştir [sf 61-63]. ...

[..] Kürt sorunu Türkiye'nin politik yapısının kendi ağırlığı altında ezilmesine sebep oldu; ki bu yapı zaten 1950'li yıllardan beri bölünmeye ve yokolmaya yüz tutmuştu. Bunun bir sebebi kısmen seçmenin iradesinin zayıflamasına sebep olan ardı ardına gelen üç tane askeri darbeydi. Bir diğer sebep 1980'lerde devreye sokulan ideolojik doktrindir. Bu doktrin "Türk-İslam sentezi" olarak adlandırılabilecek bir kurgudur; buna göre Türk, Osmanlı ve Batılılaştırıcı düşünceler biraraya getirilerek bir Türk-Sünni sentezi öne çıkartılmaktaydı. Fakat Kürt isyanları bu sentezin "Türk" kısmına ağır bir darbe vurdu. Refah Parti'nin seçimlerde yükselişi sentezin İslam boyutu ile devletin getirdiği tanımla bir uyumsuzluk ortaya çıkardı ; buna Milli Güvenlik Kurumu'nun tek cevabı Refah'ı ortadan kaldırmak ve 1997'de yasaklamak olacaktı. Bu partinin yerini hemen Fazilet Parti aldı ve bu parti Kemalizm'in modernist / seküler etiğine karşı çıkmaya devam etti. Aynı anda aşağı yukarı 1/3'u Kürt olan 15 milyonluk Aleviler siyasi sol ile bağlantılarını kesip politik Alevizm altında kendilerini öne çıkarmaya başladılar.

Bu sebeple 21. yüzyılın başında Türkiye, kendini artık birbirleri ile uzlaştırılamayan kültürel kimlik tanımları, talepleri problemini içeren bir ikilem içinde bulmuştur. Eğer Türkiye ekonomik, sosyal aynı zamanda demokratik olarak gelişmek istiyorsa bu ikilemleri, tanımları içeren kronik problemleri çözmek zorundadır. Bu problemler Milli Güvenlik Kurumu'nun çözmeye yetersiz, basiretsiz kalacağı ciddi problemlerdir...

References

A modern history of the Kurds